Her yaklaşımın bir temeli mi vardır yoksa en azından bazısı kişilik dediğimiz o kişiye özgü yapıdan mı gelişir bilmiyorum. Bu aralar çok konuda bunu sorguluyorum, umuyorum ki kişilik dediğimiz o yapı var olsun. İnsan o kadar da dıştan beslenen ve dışla var olan varlık biçiminde kalmasın. Ben olmayayım daha doğrusu. Özüm olsun bana özel.
Bunu düşünüyorum çünkü hep geçmişe özlem duymaya kötü baktım. İstemedim geçmiş özlemini duymayı. Benden miydi yoksa yaşadığım bir şeyden miydi acaba? Erişilmez olduğu için mi korktum yoksa gerçekten de hissettiğim mantığımla uyuşuyor muydu bilmiyorum. Ama güzellemelere karşı çıktım, geri gelmeyeceği için daha özel bulunduğunu iddia ettim.
Derken…
Rüyalar bilinç altımızdır herhalde, bunu sorgulamayayım şimdi. Ben çocukuğumu pek görmem doğrusu. Hep bu yaşlardayımdır. Sadece belki (çoğunlukla) engelli değil, ayaktayımdır. Zaman içinde bu azaldı ki kabullenmek olsa gerek. Neyse, sembolik çok rüya görürüm. Anlatmaya başlasam (önce hatırlamam lazım) bu kesin bir şeyleri ifade ediyor dedirtir. Ama bu yazıyı yazdığım rüya sembolik değildi. Öyleyse bile hatırlamıyorum bile, belki de öyledir. Ben rüyanın sadece mekanını hatırlıyorum. Ev olarak çok zaman gördüğüm yer: Ortaokul döneminde yaşadığımız lojman ve onun bahçesi. Ankara’ya taşınmadan hemen önceki. Nedense sahiplenmişim herhalde tüm oturduklarımızdan kısa süre yaşadığımıza rağmen (şimdiki evimi saymazsak).
Rüyada ne vardı hatırlamıyorum da kalabalıktı sanki. Ben ayakta. Olay vardı belki bilmiyorum. Sonradan düşünmeye başladım acaba ne görmüştüm diye. Ama eve takıldım, yine orayı görmeme. Buna hep şaşırırım. Anlamadığım bir şey ama şaşırırım. Geçen yıl orada misafirhanede kaldım ve çok duygulandım önceki hayatımın geçtiği yerler diye ama burada da vardı hayatım, sonraki de var.
Sonra düşündüm biraz. Birden fark ettim ki ben çocukluğumu çok özlüyorum. Dört dörtlük bir çocukluk değildi duygusal anlamda, terapilerimden bu konuda eksik kaldığımı anladım. Ama ben mutluydum. Bayağı bayağı mutlu çocuktum. Gülmesi fazla, herkese sevimli, çalışkan, kendine güvensiz… Mutlu muydum bilmiyorum gerçekte aslında ama şimdi bakınca çok özlüyorum.
Bayılırdım sokakta oynamaya. Güvenliydi lojman olduğu için; memur çocukları bilir bunu. Bisiklet sürerdik tüm yaz. Merdivenden bisikletiyle inenlere özenirdim ama yapamazdım. Teki tamamdı da iki eli bile bırakamazdım.
Patenim vardı. Arkadaşımınki benden daha kaliteli çıkmıştı en başında ben onu bilmesem de. Benimki süspansiyonu iyi olmayan araba gibi hissettirirdi tüm bozuklukları, onunki yumuşak ve hızlı giderdi. Nasıl severdim o patenle mermer yol üzerinde gitmeyi… Ondan öncesi diğer lojmandı; bahçesiz, mahalle ile iç içe (ilkokul dönemim). Arka sokakta İran göçmenleri yaşardı. Korkardım onlardan. Anlamazdım dillerini, esmerlerdi, sevecen durmazlardı. Ama söylemezdim kimseye onlardan korktuğumu. Korktuğumuzu söylemezdik çocukken.
Apartmanın kalorifercisi görevinde olan adamın kızıyla arkadaştım. O saftı, muhtemelen 18-20 yaş civarı evlenmiştir. Dizinde su toplaması sorunu vardı. Geçmiş olsun diye giderken abimin Türkçe sözlüğünü hediye götürmüştüm. Ne saçmalık, hala güleriz bunu hatırlayınca.
Ben oyuncak bebeklerime kıyafet yapmayı çok severdim. İlgim vardı herhalde modaya, yemeğe hiçbir zaman olmadı da. Bu arkadaşımla bebeklerimize güzel elbiseler dikelim diye gaza gelmiştik. Annemin kumaş yığınlarını biliyordum, alıp “kart kurt” kesmiştim birazını. Bebeğin üstünde dikilen, bu yüzden çıkarılamayan, çıkarırsan yeniden giydirmenin pratik olmadığı elbiseler. Annem çok kızmıştı kumaş yığınına verdiğim zarara. “Sana şort dikerdim ben onlardan” dediğini hatırlarım. Ama elbise dikmek çok güzel gelmişti bana, hatırlıyorum ben o anı. İşte…
Yazın gelmesini pek istemezdim. Okul arkadaşlarımın çoğu uzun tatillere, yazlıklarına giderdi. Biz yapamazdık bunu. İki hafta tatil olurdu belki, gerisinde ben sokakta hep. Bir yandan uyuyabilmek, ödevin olmaması çok hoşuma giderken bir yandan da herhalde eksiklik duyardım nedense. Anlatacağım yazlık hikayeleri yok diye mi? Bilmem.
Komik olan, şimdilerde de yazlarının gelmesini hem istiyorum, hem istemiyorum. Üşümemek, geç kararan hava, aydınlık, dışarıda rahat dolaşabilmek… Ama çevremin tatil gösterişine katılamıyorum ya, ondan herhalde bi’ isteksizlik var. Eksiklik hissi. Duygusal olarak yalnızlığın gözüme soktuğu belki. Biraz da pandemi ile fiziksel yalnızlık da eklenince…
Çok gülerdim ben, öyle böyle değil. Neden o kadar çok gülerdim acaba? Neye güldüğümü bile hatırlamıyorum. Sadece bir kuzenimin sık sık “Bu Gamze ne çok gülüyor yaa” diye bana takıldığını hatırlıyorum. İçim acıyor biraz o zaman. Artık öyle gülemiyorum çünkü, yaklaştığım zamanların izi kalıyor güldüm diye. Güldüren kişiyi kutsal sayacak oluyorum. Güldüm diye seviniyorum – ki beni hala güler yüzlü bulurlar. Ama gerçekten gülmek başka ya?
Algida dondurmaları satılmıyordu bizim evin yakınında. Yürüme mesafesinde olan (ama 10 yaşındaki bana yalnız başıma izin verilmeyen ve ana caddeler içeren) dayımların evinin altında vardı. Gizlice koşa koşa gitmiş, hem abime hem kendime birer dondurma almıştım. Abim ne dedi hatırlamıyorum. Sadece annem sonra dedi, “Teyzenler seni görmüş galiba. Üstündeki renkli hırkayı bilmişler?” İnkar etmiştim. Annem de bana inanmıştı. Belki de neticede bir şey olmadığı için üzerinde durmadı. Oysa ben çok mutlu olmuştum yaptığımdan. Kural bozmak belki, belki de “Ben yaptım!” hissi.
Cin çocuk değildim pek. Bu masumiyet imajı için değil, gerçekten. Ezerlerdi bayağı. Kuzenim, komşu kızı, arkadaşım… Kendi ödevini yaptıran mı dersin, oyuncağın beğenmediğini bana bırakan mı, odayı dağıtıp giden ama kendi evlerinde toplatan mı… Aptal saptal çocuk işleri işte. “Gamze’nin hırsı yok” demiş bir kadın anneme. “Hırsı olsa…” Oysa ben 30 yaşımda bile bana hırslı derlerse diye korktum, neden acaba?
Çok düşerdim ben, öyle böyle değil. Okulda düşerdim, sokakta da, yürürken bile. Abimin sünnet düğünü fotolarında güzel beyaz bi’ elbise diktirmişti annem, o vardı üzerimde. Dizlerim komple yara. Babam Erzurum’da çalışıyordu o zamanlar. Yanımızda az kalıyordu. O yüzden anısı az. Halbuki sanki Paris’ten gelir gibi adamdan hediye beklerdik yanımıza gelirken. En ufak olduğum zamanlarda Bonibon istermişim telefonda. Abim der “Bak bi’ kere bile getirmediler sana Bonibon’u, ben alayım.” Ama o da almadı hiç dandik gördüğü için olsa gerek. (Ben sevinirdim oysa. Bonibon bulamayıp diğer markayı alan tek insanın sevindirdiğini biliyorum çünkü. Onu da özlüyorum belki.)
Ağlarmışım babam giderken (ben babacıydım hep). Ben de gideyim istermişim. Yaş 3 buçuk, 4 en başlarında. Babam demiş ki “Kızım orası çok soğuk, buz gibi. Biz soğuk masanın üstünde yatıyoruz.” Ondan sonra “Tamam,” demişim, “sen git baba.”
Pandemiden ve yalnızlıktan mı bilmiyorum. Ben hep yalnızdım galiba zaten. Ama özlüyorum, bugünlerde ayrı özlüyorum. Öğle sıcağında bisiklet sürmek için koşturmayı özlüyorum. Nasıl olduğunu hatırlamadığım İstanbul Saklambacı’nı oynamayı (o daha heyecanlı gelirdi), lamba direğine takılan ipte tek arkadaşla (o da bir bacağına takıyor ipi) ip atlamayı (çevirmeli değil bu), karanlık ve ekşi suratlı, muhtemelen bugün olsa “dinci” diyeceğim adamın durduğu kırtasiyeden simli kartpostal almayı, değiş tokuşlar yapa yapa kitaplar okumayı (İtiraf ediyorum ki Çalıkuşu’nu 3 defa okumuştum. Romantizmi çok güzel gelirdi)… Buruk bir şeyler de hatırlıyorum, geliyorlar gerçekçiliğimde ama o günlerdeki ruhumu özlüyorum. Kaygıları olsa da gülen, boş boş gülen…
Ve özlemeye dair yargımın haklılığı gibi bu beni üzüyor. Gün boyu değil, devamlı da. Ama gelince üzüyor. Sonra çaresizliği hissediyorum, yıllardır dediğim gibi. Kalıyorum öyle.
Özlemekten korkmayacağım günler olsa diye umuyorum sonra. Umuyor muyum? Bilmiyorum.