İçeriğe geç

Toplumsal sorumluluk?

İnsan sevip sevmediğimi bir türlü belirleyemesem de izlediğim gerçek. İnsanları izliyorum, yaşadıkları hayatı. Önceden daha çok yapardım ama hâlâ birini (diyaloğum olmayan birini) görüp bu insan nasıldır diye ufak, çok çok ufak düşündüğüm oluyor. Gittikçe o da azalsa da.

Dünyanın farkındalığının böyle gelişeceğini sanıyorum. Fizik, matematik, sosyal bilimler üzerinden değil. İnsanın insanı izlemesiyle, değerlendirmesiyle, düşünmesiyle bi’ yerlere varacağını. Empati değil benim istediğim, düşünmek. Çünkü…

Mesela Ankara Çukurambar’da yıllardır dilenciler de var mendilciler de. Suriyelilerden önce varlardı. Hiç unutmam, ben üniversite birinci sınıftaydım (en geç 2010) ve arabada annemi bekliyordum. Kafam nerede kim bilir, gözlerim dalmış dışarıya, öööyle boş boş bakıyordum. Orada da bir grup çocuk oyun oynuyordu. Hani fakirlik durumları zaten belli de kendi halinde oynama halindeydiler, “iş” üzerinde değil. Nasıl olduysa benim o tarafa baktığımı fark etmişler, bir baktım hepsi oyunu bırakıp bana doğru geldi. Para istemeye başladılar. Onlara hayır demiştim, yollamıştım da bu durum ciddi rahatsızlık vermişti bana. Benden para isteyip keyfimi bozmaları değil, oyunu bırakıp kendilerini para almaya yönlendirmeleri.

Nasıl anlatsam… Bu çocuklar o standartlarda doğuyor ve aileleri onları bu yönde eğitiyor. Diyorlar ki aileleri, mümkün olduğunda para iste. Bu senin için doğal. O kişi zengin (ya da parası var) ve ondan istemen normal. Aileyi suçlayalım mı şimdi? Yapamayız çünkü o aile de büyük ihtimalle benzer psikolojide, benzer şartlarda yetişti. Toplum sadece o zaman daha kendi içinde gruplaşmıştı yani şimdiki kutuplaşmışlık açık şekilde yoktu, herkes “kendi dünyasında” yaşıyordu ama yine de bir ayrıklığı bilme vardı. Ama yine de o anne, baba kendilerini buna uygun gördüler. Hayatı devam ederken idealize (bizim için idealize) olan onlara olmadı ve çocukları da bu şekilde yetiştirmek normal geliyor bu yüzden.

E sonra n’olacak? O çocuklar da benzerini yapacaklar. Onlar da büyük ihtimalle eğitim ya da iş hayatları orta standartlarda geçmemiş bir hayatın içinde, yine “zengin” ve “fakir” ayrımıyla, onun kıstaslarında şekillenecekler. Benim, senin, sizin, bizim gibi bir yerde.

Bu fikir beni çıldırtıyordu bir aralar. Anaç değilimdir derim hep, çocukların sorumluluğunu almayı büyük yük görürüm ama bu çocukların hayatının belirgin çizgisi beni çıldırtıyordu. Dünyanın en ideali nedir yaşam olarak hiçbir zaman bilmedim, bu çocuklar benden mutlu bile olabilirler dünyalarında ama beni soğukta o halde yaşamın içinde dönmeleri ve çizgiyi takip etmeleri fikri rahatsız ediyordu.

E n’apacaktım? Olay şu, benim yapacağım hiçbir şey (tek şey dışında, oy vermek) bu düzeni değiştiremez. Ben sadece tek çocuğa düzenleme yapabilirim ki onun tüm etkilerini de düzenleyemem, diğer kitle duruyor çünkü. Benim beklentim bu noktada devletten oldu. O çocukları zorla – ama zorla – geleceklerini sosyo-ekonomik bağlamda ortalama standartlarda olmaya itecek şekilde eğitim almaya götürecek, gerekirse tekrar tekrar, bir çember kırılıncaya kadar uğraşacak devlet.

Hı? Bütçe mi? Bence bu konuya eğilmeyelim. Yapılan çok harcamanın toplum hizmeti bakımından katkısı yok, şaşaa yatırımları malum. Onlar bitsin, bu çocukların eğitimi için gerekli kişiler sağlansın (ki bu bir istihdamdır), bütçeler kaldırır.

Bu noktada ben sosyal devleti inanılmaz destekliyorum. Benden alınan vergiler toplum genelinin refah seviyesini yükseltmeye kullanılsın, ben de ortalama hayatımı sürdürürüm zaten her şey düzenlendiğinde.

Peki bu yapılabilir mi? Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita isimli kitabı var Ece Temelkuran‘ın. Onda Venezuella’yı, Chavez devrimini, halkın yeni yapıda nasıl düzenlemeye gittiğini anlatmış. Zengin ve fakir kitle ayrı çıkar yine, apayrı. Ama fakir bulunan (fakir kelimesini her yazışımda hakaret gibi geliyor ama aslında değil, ne garip bu) zenginden para istemek ya da “Ne fakiriz biz!” ağıtları yakmak yerine kendi içinde işlerin dağıldığı bir komünite oluşturmuş, hayat standartlarını geliştirmiş. Ece Temelkuran bunu güzelce dökmüş ama “sınırlar kalktı!” gibi yanlış mesajla değil, aslında olanı ortaya koyarak.

Ben bu kitabı kendi düşüncemden sonra okumuştum, biraz da şaşırmıştım. Ece Temelkuran çok sempati beslediğim bir kişilik değil genel tutumları dolayısıyla. Kitaptaki biraz idealize yaklaşımı da görebiliyordum. Kaldı ki yine hoşa gitmeyen birbirinden kopmuşluk, kutuplaşma söz konusu. Ama netice için yine de ipucu veriyordu, o yönden düşünülebilirliği var.

İlginç olan, Türkiye’de de çevrede de kimseyi bu konuda ilgili görmedim bugüne dek. Benimki manyakça belki, olabilir bu. Ama Ayaz bebek (Alyan değil, daha öncesinde donarak ölen Ayaz bebek vardı) için sesini yükseltenler haklı ama temel amaçları hükümete kızgınlık olan kişilerdi. Yani onlar gerçekte Ayaz bebek ya da benzerlerini düşündüklerinden değil, devletin yine bunu yapması gerekeceğini, devletin şu anki yönetimine kızgın oldukları için dile getirenlerdi (cümlem için özür dilerim). Sonradan da Suriyeliler kitlesi çıkınca tepkililik arttı, sanki önceden çok bağra basıyormuş insanlar sokaktakileri gibi bu kitleye ayrı tepkilendi başka ülke insanı oldukları yönünde herkes – ki bağra kimse basılmadı hiçbir zaman ve basılması gerekmemeli zaten.

Devlet ya da siyasetçiler? Hastası değilim ama sadece Mansur Yavaş 2014 seçimlerinde bu konuda çalışacaklarını söyledi diye hatırlıyorum. Şaşırmış ve memnun da olmuştum, göremedik tabii sonucunu. Hiçbir siyasinin sokaktaki kitle yönünden vaadini duymadım başka çünkü insanların önem verdiği konulardan değil bu. Ne bileyim, belediye seçimlerinde bile öncelik din, milliyetçilik, laiklik, modernlik, maneviyat vs. olduğu için… (Bu konudan ayrı kızgınlığım da var devlete belediyesel hizmetler yönünden)

Ben ütopik bir hayalde değilim. Eskiye göre daha uyuştum zaten, o zamanki “Nasıl bu insanlar bu döngüde?” sorgulamam iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış hiç bilmeden belki de dünyanın düzeni bu şekilde olmak zorundadır diye biçimleniyor. Ama hala bir şeyler yapılamaz da gelmiyor bir yandan. Tüm insanlar doktor, mühendis, öğretmen, mimar, avukat olmalı demiyorum – ne gerek ki? Başka, “ara” denilen mesleklere de ihtiyaç var ve bence saygınlıktan ziyade gerekiliğe bağlı oluşturulmalılar. Bu çocuklar da hangi alanda (üstteki sıraladıklarım da dahil) üretime katılacaksa o yönde geliştirilmeli. Dünyanın düzeni birilerinin dilenmesini ya da kış günü Cepa Avm’nin yakınında, kucağında bebekle ateş yakıp durup yardım edecek kişileri beklemesini gerektirmemeli.

Bunu ben düşünüp düzenlememeliyim ama, diyorum ya, devlet yapısı, insan eliyle oluşturulmuş bu yapı niye var? Hani benim kafama göre niye var? Yaa… Ben siyasetçi değilsem – ki değilim – bu benim önüme sürülmeli, ben de tek yapacağım şeyi yapmalı yani oy vermeliyim.

Neticede birileri “No future!” zorunluluğu ile yaşamamalı.

Hı, bu yapılmayacağı için diğer ihtimali de gerçek sayarsak… O da şöyle.

 

 

Tek Yorum

  1. Tesla Bey Tesla Bey

    Çocuklar oyun oynarken bıraktı ve bana doğru koştu dediğin anda üzüldüm biliyo musun. Nasıl üzülmeyeyim ki?

    Çocuk, çocukluk çağında başka ne yapmalı? Aslında devlet, o çocukları yönlendiren aileler gibi olmalı. Vatandaşını aynı böyle yetiştirmeli tabii ki iyi olacak şekilde.

    Bizde bir de ara elemandan dolayı problem var. Mesela 2013 yılında yazın Aydında Nazillinin bi köyünde Fransız bir arkadaşın evinde kaldım. Çocuğun baba Fransızdı. Babası meslek olarak baktığında boyacıydı Fransız devleti ona öyle imkanlar tanımış ki 100.000 € tutarında bir Mercedes sahibiydi. Tırnaklarımla duvarı kazıdım ve bu parayı kazandım diyordu.

    Bizde ara eleman ise 100.000 € gibi bir parayı hayal dahi edemiyor ve bu hem onun içinde hem de toplumda bir takım ayrışmalara yol açıyor. İnsanlar ara eleman olmayı kabul etmiyor.

    İnsanlar emeğinin karşılığını aldığına inansalar aslında sosyal devlet olmuşsundur diye düşünüyorum Müzik İnsanı.

    Ayaz bebek konusunda ise çok üzülmüştüm. Ben siyasi olarak değil de önce donarak ölmek nedir ki acaba diye düşündüm. Sonra da bir bebek nasıl ölüyor ki acaba demiştim. Sonrasında da bir bebeğin donarak ölmesine kızgındım.

    2 çocuğu vardı kadının. Hor görülmüş, ötekileştirilmiş bir şekilde camları naylonla örtülü bir evde yaşıyordu. Hani insanlıktan, insan sevmekten çok bahsederiz ya bir tane kişi sen üşüyor musun burada dememiş onlara.

    Kızgınlıkta, üzgünlükte haklıydık bence devlete karşı da. Bu kadın gibi sayısız insan var bu durumda bu ülkede. Ama çevresindeki mikro devletlere yani diğer ailelere de kızdıngım.

    O Fransız aklıma geldi, paramız yoktu bizim(bir arkadaş daha vardı harcadık paraları aydına gelene kadar) çantaya para falan koymuş adam dönmeden önce. Burası belki saçmaladığım nokta abla. Ama yokluk her yerde var ve insanlar bunu fark etmeyecek ya da duyarsız kalacak kadar kopmuşlar hayattan.

    Şimdi düşünüyorum devlet suçlu ama o evde o insanın yaşadığını bildiği halde bir cam taktıralım şuraya demeyen insanlar suçsuz mu? Yoksa onları da aileleri böyle duyarsız yetiştirdikleri için mi böyle oldular? Tüm suç geçmişteki ailelerinde mi?

    O zamanlar böyle bir düşünce içerisindeydim. Suçlu aradığım zaman kendimde bile suç gördüm.

    Ay hiç böyle uzun yorum da yazmamıştım da Ayaz bebek konusuna çok üzülmüştüm.

    Eline sağlık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: