Başı güzeller, arası güzeller, sonu güzeller… Baştan sona sarmayan ama tutanlar. Aynı ilişkiler gibi? Yoo. Yine yem için böyle diyebilirdim de o konuda yazasım yok bugün. Var da yok.
Sıkıcıyım, biliyoruz bunu. Ben yine müziğimdeyim çünkü.
Belki biraz da kitabımda. Her şeyden bahsedebilirim. Kitabım değil, Umberto Eco’nun kitabında. Çok da sahiplenmemiştim, bayılmamıştım da. Neyse, öyle şeyler.
N’aber? Benden eh… Devam edelim mi, her şeyden ama her şeyden bahsetmeye?
Deerhunter dinliyorum, Desire Lines. Şuraya bırakayım, sonra anlatayım.
Girişini sevmiyorum, gereksiz bi’ “dan dan”lık var. Gelişimini de çok sevmiyorum, fazla ortalama. Ama 3. dakikaya doğru sözleri kesip müziği akışa bırakıyorlar. Tekdüze ama içinde detaylarda zenginleşen bir şey başlıyor, 3 buçuk dakikadan fazla. Onu çok seviyorum işte. Sonu güzeller bunlar.
Beck‘in Cellphone’s Dead de öyledir. Mesela sonunda çok çok çok hoşuma giden o melodiyi aynı şekilde başına da koymuş Beck, hiç yakışmamış. İtiyor beni resmen. Sonraysa, hele sona doğru bi’ sarıyor ki tekrar dinliyorum.
E başı güzeller ne? Flutes var Hot Chip‘in, devamını çekemiyorum ama girişini seviyorum. Bus Stop Boxer da öyle, Eels‘ın. Başını seviyorum, sonra bayıyor. Daha da vardır kesin.
Godspeed You! Black Emperor ortadaki güzellikleri yapar. Sleep, 09:15:00, Mladic… Hepsi ara ara “Bu ne?” olur (bana çok olmuyor artık) ama ara ara öyle güzelleşir ki milyon defa dinlerim.
Bir de bunun aksi var, Gülün Adı – Umberto Eco. Hakkında Ekşi’ye yazmıştım. Kitap ilk 50 değil 100 sayfayı aştıktan sonra bile akarken akarken birden aşırı sıkıcılaşıyor, sonra toparlıyordu. Biraz sonra yine sıkıyor, sıkıcılığı ara ara gelip öyle hissettiriyordu ki anlatamam. Ama totalde güzel gelen bir şeydi, mest etmediyse de beni.
Adalet Ağaoğlu‘nun Fikrimin İnce Gülü‘sü bir bütün olarak sıkmakta rekor kırmıştı beni, betimlemeleriyle. IOysa hikayeyi özetlesen çok hoş bir şey, ama betimlemeler… Ah…
Italo Calvino‘nun Palomar‘ına baştan dayanamamıştım. Belki bıraksam sonrası akacaktı da… İşte. Kitaplarda sonları güzelleşen aklıma gelmiyor nedense.
…
İlacı azaltıp bırakmaya karar verdim. Enerjimi tüm emdi sanki. Hşşş, aramızda kalsın. Ben hâlâ çok kişinin ilaç kullanması gerektiğini düşünüyorum. Övünebilirim, benim dengem onlarda yok. Benim dengesizliğim de. Benim aptal gücüm de. İlaca ben uzandım zaten, pardon ama kime, ne ispatlıyorum?
Üzülüyorsam üzüleyim, hakkım bu. Bir şeyler yaşadım, bozuldu, harcandı. Eee? Beynimi kontrol edemediğim doğru ama etmeli miyim? Anlamsız, yalan, uydurma, hiçlikmiş her şey diye görebilirim. Aksini de. N’apayım? İstemiyorum.
Ben mutlu olmak istiyorum. Şimdilerde biraz zorlu günlerim – şu dakikada daha kolay geliyorsa da. Ama yarın hiç bilinmiyor, eh ben de hâlâ nefes alıyorum bak sen şu işe ki.
…
Deerhunter’ın vokalini The Fall‘un vokalisti, yakın zamanda ölen Mark Smith‘e benzeten yazı okudum. Bilmiyorum, birkaç şarkı dinledim ama hiç benzetemedim. Çünkü ben Smith’in vokalini kontrolsüzlüğünden çok beğenirim, acayip saygı duyarım. Bir şarkı yapsam, içimi yansıtsam, mükemeliyetçiliği de istemediğimden onunki gibi olur gibi gelir bazen. Hele Blindness‘ı dinlerken… O yüzden bilmiyorum ama benzetemedim.
…
Farklı farklı ruh hallerini aynı gün içinde yaşıyorum. Bu normal. Yarını bilmiyorum, sabah berbat uyanabilirim. Olmayabilir de. Ama şu dakikada her şey daha idare edebilir geliyor, hiçbir pozitifliği içermeden. Dümdüz. Bulanık. Değişik. Parlak değil, loş. Ama karanlığa gözün alışması gibi, tam olarak o.
Öyle şeyler. Şarkıyı 4. kez dinliyorum sanırım. Öyle. Ben loop insanıyım, biliyoruz bunu.
Teşekkürler müzik insanı. Sen müzikle iyi anlaşırsın. İnsanlarla anlaştığından daha iyi. İstediğini söylüyorlar çünkü. Depreşmişlik hali için prozac vardı bir ara sohbetimiz iyiydi kendisiyle. Sonrasında prozac toplumu dedikleri şeyi fark ettim.