“One, two, three.”
Hemen başlar kendisini akla getirir getirmez, akılda dönmeye. Ama girişi özellikle, buna çok müsait çünkü. Buyrun, iliştireyim parçayı şuraya:
“One, two, three
If you close the door
The night could last forever
Leave the sunshine out
And say hello to never”
Hiçliği kabul etmek ve hatta istemek. Hayatın acı vermesi? Belki. Yoksa şunu niye desin?
“But if you close the door
I’d never have to see the day again”
Ölüm hakkında da diyebiliriz bu şarkıya. Ölümü istemek? Belki. Ama bir yandan da olamaz çünkü geleceğin beklentisi de var. Açık açık söyleniyor bu:
“Oh, someday I know
Someone will look into my eyes
And say hello
You’re my very special one”
O zaman olay ne? Bugün mutlu olamamak. Bugün başkalarının mutluluğunu görüp imrenmek. Sözlerin geneli bunu veriyor zaten, sanki 1969’da Instagram vardı da, herkes mutluluk şovu yapıyordu ve bizim Maureen Tucker buna iç geçiriyordu…
Demek ki neymiş? Bugün aslında şov ağırlıklı değil sadece, her zaman böyleydi. Her zaman birileri mutlu, birileri mutsuz, birileri beklentili, birileri yalnız, birileri acı içindeydi. Birileri birilerinden yardım istiyordu bağlarını koparmak için. Birileri hâlâ umutla bekliyordu “o kişi”nin geleceğini. Bunu, tüm karamsarlığı ile ama öyle tatlı, pozitif tonda söylüyordu ki altındaki yoğun karanlığı ben bile yıllar sonra gördüm.
Nasıl olduğunu da bilmiyorum, 3-5 şarkım var böyle. Bu şarkı onlardan birisi. Yıllardır kapı kapanınca güneş gelmeyeceği için “bunu yapma” diyor sanıyordum Maureen. Kendi istediğime çekmişim, yoksa sözleri milyon defa aynı şekilde okumuşumdur. Sanıyordum ki “Aman kapatma o kapıyı, güneş dışarıda kalır ve karanlıkta hiçliğe düşeriz, olmasın öyle”. Güneş lazımdı çünkü. Ha The Velvet Undergorund Who Loves The Sun‘ı da yaptı da o aşk içindi, hayati değildi (?) aslında.
Zaten After Hours, The Murder Mystery‘nin arkasından gelir albümünde. The Murder Mysteri’yi şu yönden dikkat çekici bulurum: sağdan ve soldan farklı seslerin, hikayelerin akışı aslında kafadaki karmaşayı ortaya koyan bir örnek. Nakaratlardaki sakinlik de arada esen netlik, durgunluk… Onun koca ağırlığı arkasından “One, two, three” öyle tatlı girer ki bu karamsarlığı düşünmek zor.
…
Bir kelime arıyorum, hayata bakış için. Bu şarkıdaki gibi bir şey. Pozitifliğin altındaki negatiflik. Optimizmin altındaki pesimistlik. Tek kelime ama bu aradığım. Mümkünse İngilizce değil. Türkçe? I-ıh, bağırmasını istemiyorum herkese. Çünkü gerçeğim gibi birazcık – ki ben sadece “o kişi” değil çok daha fazla şey için umut doluyum daha (galiba). Ama bir öbür yan da var hani. İşte omuz arkamda olacak, benim gerçeğim ama görmek istemediğim. Öyle bir şey.
…
Hayatı tek şarkıya indirgersek, After Hours doğrudan sahiplendiğim değilse de düşündürecek yapıda olur evet. Ha, içindeki o umutlu kısımcık var ya, hani ben daha da çoğunu istiyorum dediğim. O da direkt bir başka şarkıyı düşündürüyor, DJ Shadow‘dan, remix olarak Six Days. (Altı Gün Savaşları’ndan bahsediyor aslında, yine hayati çıkarım mümkün de asıl noktası başka)
Çünkü o da sürekli şunu diyor:
“Tomorrow never comes until it’s too late.”