The Dandy Warhols‘u biliyor musunuz? Pardon, öncesi girişim daha iyi olsun. Öhöm… Andy Warhols‘u biliyor musunuz? Bana kalırsa ismini ve bir de her yerde görülen “Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak”ın ona ait bir söz olduğunu bilseniz yeter. Pop-art’ın kuruculuğunu bilirseniz de kültürlülüğünüz ortamları sallar. Gerisi gerekmez, inanın gerekmez.
The Dandy Warhols’u bilmiyorsanız da hiçbir toplulukta eksik kalmazsınız fekat bilmeniz halinde ben size +40 puan koyarım 100’lük sistemde. Neden? Bilmem.
Bir de grubun Godless, Mohammed, Nietzsche üçlüsünü biliyorsanız var yaaa… Offf… Kanka olalım mı?
Aslında bilmem hangi arabanın reklamında kullanılmış Bohemian Like You var grubun ünlülerinde. Onu tanıyabilirsiniz hemen. Ama tanımıyorsanız da dert değil, ben de o reklamı bilmezdim – ki reklamları severim de genel olarak, nedense.
Sonra Sleep var. Belki yerli rock sevginiz fazladır? Hayko Cepkin ile iyisinizdir? Sempatiniz onun her şarkısını dinlemeye itmiştir? İlk albümünden Seninki Der mi‘sini dinleyip mest olmuşsunuzdur? Sonra Sleep’i kazara dinlemiş ve diğerinin araklığını fark etmişsinizdir? Hı? O da mı yok?
Neyse. Her şeye neyse.
Zaten bu girişi bırakalım, bizim konumuz şarkı olan Nietzsche. Aslında geçenlerde şahsını konu edecektim de yapamadım, bari şarkısına değineyim. Neden olmasın?
The Dandy Warhols o uyuşuk vokaliyle bir nevi şarkıyı katlederken – belki de etmeyip güzelleştirirken, şöyle bir iş koyar ortaya:
Bu girişe daha sert bir vokal yakışırdı bence, ama ben brutal vokal de sevmem. Yine de daha… O girişe… Daha… Ne bileyim, belki hakim? Belki… Belki yönetebilecek? Yönetmek sertlik de gerektirmez hiçbir zaman ama zaten şarkının sözleri yönetici gibi değil ki?
Ne der The Dandy Warhols bunda?
“I want a god who stays dead, not plays dead.
I, even I, can play dead.”
Okurken isyanlarım geldi… Yine.
Ama sözleri bir yandan da beğeniyorum, oldukça. İsyanlar şahsi, öbür ucu daha çok istememden. Öbür uç ne mi? Ölü rolü yapan ya da ölü olan bir Tanrı değil, var olan ve bu dünyada – öteki dünya varsa da yoka da – kendisini gösteren bir Tanrı’nın olduğu uç. Varlığını hissettiğimiz.
Rica ediyorum, sınav dünyası diye gelinmesin bana. Mantığım onu yeterince kabul ediyor ve çözümlemelerde sonucuna erişiyor. Ama istemiyorum ben bunu kabul etmeyi ve içimde bir yer isyan ediyor. O yerin öne çıkmasını istediğimi de zaten biliyorum.
…
Ha bırakalım maneviyatları mı? Bence de! Yani bırakalım da bırakmayalım.
O zaman bir de The Cardigans hatırlatmalarına geçebilirim ki ’90 sonlarında yabancı müzik piyasasını (ama piyasasını) takip etmişseniz My Favourite Game‘i biliyorsunuzdur zaten. Bilmiyorsanız da canınız sağ olsun yine, yine çok kaybınız yok, yine ortamlarda 1-2 puan kazanabilecekken kazanamazsınız da… Hmm… Benim zevklerim çok “ortamlık” değil zaten.
Neyse yine. O şarkının sözlerini de çok severim, dahası araba sürerken kendimi dağıttığımda – ki sık oluyor – havasına girmekten eğlenirim. Ama benim konum Do You Believe. E onu da koyayım buraya, yazı aldı başını gitti zaten.
Bunda neler diyorlar? Onu da iliştireyim:
Do you really think
That love is gonna save the world?
Well, I don’t think so
I just don’t think soAnd do you really think
That love is gonna save your soul?
Well, I sure hope so
Oh, I really, really hope so
But I don’t think so
Bundaki umutsuzluk da rahatsız edebilirdi beni, ama etmiyor. Katılıyorum sadece, rahatlıyorum dinlerken, eğleniyorum da. İddiam yok The Cardigans’ın özel bir grup olduğu yönünde ama bu şarkıyı yapmaları, My Favourite Game ile birlikte, Hanging Around ve Erase/Rewind ile (hepsi de aynı albümde) bence güzel şeyler.
Bir de… Ne bileyim ya… Hepsi boş nihayetinde. Altı üstü şarkı. Ama bahsettikleri şeyler de insan dünyasında boşa çıkıyor, gerçekten. Bende öyle oluyor yani. İstediğine inan, istediğine inanma, aşk olsun, Tanrı olsun… Öteki taraflar varsasını bilmem de bu yana etki etmiyor zaten.
Dinleyip geçmek en güzeli o yüzden de ya da gelip uzunca incelemelerini yazmak.
Galiba, tabii emin değilim!
[…] isyanda, çaresiz… En nihayetinde de Do You Believe. Umutsuz ama artık rahat olanlardan. Onu yazmıştım yine, o zaman başka bir taraftan bakıyordum […]