İçeriğe geç

E ölüme ağıtlar sonlansın artık.

Bir yıldan fazla zamandır anlamlandıramadığım bir ölüm hüznüm vardı David Bowie için. Tabii durduğum yerde ağlamıyordum sürekli de adamın dünyadan gidişi, onu güncel takip etmediğim halde kayıp gibi geliyordu. Oysa ne daha öncesinde ölen Lou Reed için bunu hissediyordum ne de sonrasında ölen Leonard Cohen için, ikisinin de müzikal anlamda bende daha çok yeri olsa da. Peki neden, neden, diyordum ki… Sonunda aydınlandım! Hoh!

Herkesi kendim gibi görüp edilgen yapı ya da 3. tekil şahıs kullanmıyorum bu yazıda. Ama uyabilir de, olursa kişiler kendi üzerine alınırlar zaten.

İnsana ya da sanatçıya çok değer veriyorsam bunun sebebi feci (kötü değil, feci, fena, korkunç) işini görmemiş, duymamış, okumamış, tanımamış olmamdan geliyor. Alakadar olduklarımın beni mest etmesine gerek yok, yeter ki “Bu ne?!” dedirtmesinler. Pek kolay beğenen insan olmadığım için bu esnekliği sağlıyor olabilirim, kim bilir?

Lou Reed’i özellikle Transformer albümüyle çok severdim ki ondan daha önemlisi solo değil, The Velvet Underground ile yaptıklarıydı. Muhtemelen felsefelerinde değil de kopukluklarında kendimi bulduğumdan, bir de zevklerime hitap etiğinden hayli seviyordum hem ekibi, hem eroyinman Nico‘yu, hem de Lou Reed’i. Geçmiş zamana bakmayın, hala seviyorum. Ama öldüğünde üzülsem de sonrasında her görüşümde “Vah bu adam da öldü 🙁 🙁 🙁 ” olmadım, neden? Metal Machine Music albümünden!

Açık söylüyorum bana öyle korkunç gelmişti ki bir daha dinlemeye kalkamadım. Vpn kullanıp Wikipedia’ya girip hakkındakilere bakarken de genel puanlanışını gördüm, şöyle:

Lou Reed belki de bununla “leke” aldı bende, belki de bir şeyleri bozdu. Herhalde…

Leonard Cohen’sa hakkında milyon şey yazabileceğim kadar çok dinlediğim adam ki David Bowie’yi geçer hayli sanıyorum. Ama onun da böyle bir falsosu vardı, yine hakkında ayrıca bir yazı yazmayı planladığım: Kendisinin yazarlık girişimlerinden En Sevilen Oyun kitabı. Bende Gözde Oyun adıyla Altıkırkbeş Yayınları‘nınki vardı (Bunun etkisini az çok bilirsiniz belki), belki bu yüzdendi tüm fikrim ama… Berbat bir kitaptı ya…

Şarkılarında sözleri hayli güzel yazan bir adamın böyle bir iş ortaya koyması, dağınıklığı, saçma soyutluk denemeleri… Öyle baymıştı ki muhtemelen Leonard Cohen da böyle “normal” seviyeye indi. Yıllardır gidemeyip gitmeyi çok istediğim iki konserden birinin adamının ölümüne de haliyle duygulandım da, yine anlık kaldı, yine beni bağlamaz oldu.

David Bowie’yse ikisinden farklı olarak hep belli standartlarda geliyordu bana. Zaten sesi çok güzel ve etkileyici bir adamdı, bir bakarsınız soğuk, bir bakarsınız sıcak. Oktav aralığı ayan beyan fazla, değişik tarzlarda denenmiş… Zaten kendisi karizmatik bir şahsiyetti, İngilizliği de vardı. Ölünce de çok alanda işleri önüme çıktıkça, “Vah bee… Adam öldü” diye düşündüm. Hüzünlendim – anlık olsa da – süreklice.

Derken bugün madem seviyorum, oyuncu olduğu The Man Who Fell To Earth‘ü izleyeyim, dedim. İyi ki demişim! Hoh! Berbat filmdi! Arada gelgit yaşamaya uğraştım yoksa güzel mi, diye ama yok yok, değil. Sonuna kadar dayanamadım bile, resmen pes ettim.  Zaten rahmetli bir uzay muhabbeti tutturmuş o zamanlarda, kendini aykırı gördüğü için uzaylı rolü alması da biraz… Yeaani…

Bilmiyorum neticem değişecek mi, gördüğümden veya kendisini dinlediğimden ziyade başkalarının işlerinde yan çıkışlarında (Reflektor ara vokali gibi) ya da Heroes‘u 2006’da canlı söyleyişini izlediğimde bi’ hüzün çökecek mi üstüme ama… Olabilirliği daha az geliyor artık.

Ya da canım istedi, yine mantıken olabilir görünen ama olmayan bir şeyi uyduruyorum. Neden olmasın? Hele ki böyle eften püften bir konuya? Hiç acımam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.