İçeriğe geç

Post-rock için yeni dünya? Hah, ondan sayalım…

Post-rock başka dünyayı alıp bu dünyayla birleştirir efendim bende. Ne mi diyorum?


Diyorum ki onun içeriği buralar gibi gelmez, gelemez. En azından bana. Ama dinlerken de bu dünyada hissettiklerimle yol alırım elbet.

Whip dinlerim Hrsta‘dan, karamsarlık çöker üzerime. Nabzım düşer, ağırlaşır tüm hava. Ama söyleyen adam bu dünyadaki herhangi bir sevgiden, sevgiliden, acıdan, sıkıntıdan, yalnızlıktan… İnsani ne varsa ondan söz etmiyordur aslında, bana göre. Ne bileyim, başka bir dünya (hayır gezegen aynı) vardır, bu da oradadır. Hissettiklerini anlatıyordur. Ben buradan hissettiğimle yoğunlaşırım ama şarkı benim hislerimi anlatıyor gibi gelmez, gelemez.

Daha nasıl anlatsam… 7. dakikadan az sonra başlayan çığlığımsı sesler bu dünyadaki, sıradan, sizin benim gibi bir insanın sesi değildir. Hani ne desem… Ben yokumdur orada, hah işte tam öyle! Film izleriz ya… Onda öteki dünya geçiyordur hani… Olmayan dünyadır, roldür. Biz orada değilizdir ya… Onun gibi.

Aaa evet, evet! Film, roman gibi…

“Hangi şarkı gerçektir ki Gamze?” derseniz, haklı olarak, ben dinlediğim diğer genel bütün şarkılarda kendimce bir şeyler buluyorsam benim dünyam sayarım. Ben söylüyorumdur, benim çığlığım ya da kahkahamdır onun içindekiler. Bazısında birisi bana söyler, suçlu da hissederim. Üzerime alıp muzipçe güldüklerim bile vardır dinlerken, ne diyorsunuz?

Aslında ağırlaştığım, karamsarlaştığım, kötü hissettiğimde bu hissi artıran şarkıları sevmem. (Severim herhalde de adını koymam – zaten duygusal konularda korkağımdır, normalde bile kolayca diyemezken tehlikeliler için seviyorum dersem mahvoldum sanarım)
Benim sevdiğim şarkılar mutluluk, güç, biraz da keyif verenlerdir. Ötekiler elde olmadan kapıldığım kötü bir şeylerdir, her ne iseler.

Her his oluşur belki şarkılarda da gerginliği hissettiğimi bu ara gördüm bazısında. O nasıl? Bunda kalbim hızlanır ama heyecanla değil, nefes daralır. Abartılı hislerde oluşum yoğunlaşmamdandır, yoksa nasıl olsun… Ama iş yaparken bile, işe dikkatim varken bile çevrem kararıyorsa abartabilirim de.

Bunda da post-rock farklı dünya olur ama… İlk defa sadece gerginliği hissettiğim bir parça geldi şansıma (?), birisinin önerisiyle. Silver Mt. Zion’dan Stumble Then Rise On Some Awkward Morning (bu isimler konusunda da yarım saat laflayalım mı?).

(Aslında bundan önce Sit in the Middle of Three Galloping Dogs dinlemek uygun düşer, hissimin gelişimi için – ki herkes bu fikirde sanıyorum ama size bunu da iliştirirsem anlatımım daha dağılır çünkü asıl konum, ne zamandır anlatmak istediğim şey bambaşka. Uzun olacak yine, ah be…)

Bunu dinlerken, özellikle Sit in the Middle of Three Galloping Dogs’tan sonra, keman seslerinin nasıl beni gerdiğini hissederim. Dişlerini sıkanlardan değilimdir pek, sıkarım. Hayır kötü bir his de değil, kimseyi öldürmeyi de planlamam herhalde (?) ve bireysel kinlenişim gibi bir durum da yok ama… Huzursuzluktan farklı yalın gerginlik hissi gelir, daha az dokunan ama daha keskin.

Diğer taraftan…

Yıllardır dinlediğim ama aslında neresinin beni tuttuğunu fark ettiğim The Garden var. Einstürzende Neubauten – ismi post-rock’a da uygun duruyor da alakası yok tabii. Vimeo’dan alıp iliştireyim kendisini şuraya…


Einstürzende Neubauten – The Garden from neubauten.org on Vimeo.

Bunu ben söylerim. Başım önüme düşer, bazı bazı ortasında durur ve kalırım öyle, gerilirim ama ben söylerim. Başka dünya değildir, hepsi benim dünyam olur. Sözlerine çok dalarım. Çoğu şiirden, kitaptan, yazıdan anlam çıkarmayı beceremezken bunu fazla anlamlandırırım. Bekleyişler, izleyişler, bilinçler… Mevsimler, yağmur… Hepsi altı dolu gelir.

Tabii sevimli değil, sempatik hiç değil. Ama kemana yüklenirken zaten bunu istemiş olsalar gerek. Ben de sahiplenmişim, hemen herkese karşı kendim söyleyebilecek olmuşum. Post-rock’u çok sevsem de, saatlerim en çok ona gitse de hiçbirini bunu dinlediğim kadar tekrarlayamam, bağlayamam. Çünkü işte… Bu benim çığlığımı içerir sonunda – ki bu sebepten de her zaman dinleyemem zaten. Neyse ki… Çoğunlukla dinleyemem hatta ya da dinlesem de kilitlenmem, öyle bir şey.

Post-rock’ın nasıl öteki dünyadan çektiğini anlatacakken biraz zayıf mı bıraktım acaba onu? Galiba. Çünkü The Garden geldi aklıma yazının ortasında.
N’apalım… Yine de post-rock dinleyen birileri çıksa da Magic Hours eşliğinde anormal güçlenip evrene meydan okusak, olmaz mı? Bence olur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: