Bir eşik var.
Onun üstü ve altı çok farklı. Dereceli değil hiçbir şey. Üstündeyken aşağıyı görmeye dayanamıyorum, kabul edemiyorum o aşağıda da bulunduğumu ve her an ona geçebileceğimi. Aşağıdayken de yukarı çok yalan geliyor. Çıkmak istemiyorum, “Bırak kalsın her şey” diyor kafamda bir ses. Ama yukarı güçlü, belki de gerçek olan o – kim bilir? Genelde çizginin üstünde buluyorum kendimi. Devam ediyor her şey, kalmıyor. Kalıyor da kalmıyor. Duruyorum ama devam ediyor. Sanki elimi uzatsam devam edenlerin rüzgarını hissederim gibi.
Bir adam var. Daha doğrusu vardı, duyduğuma göre ölmüş. İlgilenmedim. Kızgınlığım çok oldu ona hep, ondan ilgilenmemişimdir herhalde. Gitmiş tek kişilik “grup” kurmuştu, Songs: Ohia diye.
Bir başka adam, dünyaya tekrar dönmeye karar verdiğimde alaka kuran birisi The Lioness’ini atmıştı bana. “Çok ağlıyorum bunu dinleyerek bugünlerde” diye. Hatta neydi cümlesi… “Bu aralar bi’ bu bir de Tindersticks dinliyorum hep. Ağlıyorum.”
Niyeyse böyle detayların kimisi kalır ya… 10 yılı geçti bu dediğimin üzerinden. Neyse. Ben de dinledim tabii. O adamın zevkleri iyiydi benim için zaten. Ama ağlamadım, sevdim de başka şarkılarını merak ettim.
Eşiğin altındayken bu adam çok oluyor etrafımda. Öleni, Jason Molina. Diğeri ne oldu bilmiyorum, “Çok sertsin” demişti bir keresinde de. Anlamamıştım. Saçma da gelmişti. Yıllar sonra biraz anladım, uyandım. Hani gelse şimdi, derim haklıydın diye. Neyse.
The Black Crow var bi’. The Lioness albümünde (albüm adı da aynı) ilk şarkı. Ben ilk şarkılara çok takılırım hep. Bir de 5. şarkılara. Duygusal olurlar onlar genelde. Neyse. Beşincilere bayağıdır takılmadım zaten.
The Black Crow’u çok dinledim. Hep eşiğin altındayken, çoğunlukla karanlıkta. Hala o karga ne yapıyor bilmiyorum. Manasını da. Karganın dışında her şeyini hissederim şarkının, kargadan bana ne ki?
“I’m getting weaker, i’m getting thin.
I hate how obvious i’ve been” der. Sonra katar:
“And i look down, see the whole world.
And it’s fading”
Titrediğim çok olur. Şimdiki gibi. Çok değil, hafif. Bazen de çok belki. Ağlamışımdır da herhalde çoğunlukla. şimdi yok ama. Camdan dışarı bakıp komşu çatıyı da görmüşümdür, boşluğu da. Önceleri boşluktu tabii.
Ötekileri önemsiz. Ben bu şarkıdan ötürü Jason Molina’yı sevmem. Yoksa en sevdiğim diğer şarkılarında ne güzel şeyler der… Eşiğin altındayken en aklıma gelenin o olmasını sevmem. Başkaları da var da bu değil. Bunun gibi değil.
…
Önceki hayatımda Haberin Yok Ölüyorum dinlerdim benzerinde. Ölen yok şimdi. Zaten istenince (istenir miydi?) ölünemiyormuş da, o zamanlar gördüm.
…
Niye çabalıyorum çizginin üstünde olmaya bazen bilmiyorum. Çizginin altından korkuyorum gerçi. Çizginin altındayken kimse de gelip yine Jason gibi, Blue Chicago Moon‘daki gibi, “You are not helpless, i’ll help you to try to beat it” demez. Niye desin ki? Devam ederken kim, niye dursun?
…
Kar yağıyor Ankara’ya. 2005’te kışın kar yağmadı ve ben çok sevindim – ben çıkamazken yağmıyor diye. Ben çıkabilince yağacaktı, hissedecektim onu. Şimdi beni zorluyor diye sevemiyorum. Zaten turunculaşmıyor da gökyüzü, önümde eskisi gibi güzel bahçe yok. Bulaşık, kirli, zorlu…
Ama seviyordum. Ben hayatı da seviyordum – ilginç ki hala seviyorum. Böyle değil sadece.
Neyse.
The Black Crow işte. Koyayım madem de bir şeye benzesin yazı. Ha benzemese ne olacak da… Neyse.
Çizginin üstünde tutan; altında kalma korkusu değil midir?
Öyledir muhtemelen de emin de değilim. Üstünü yaşamak daha kolay, insan da kolayı seçiyor.