Sen, oradaki!
Diyorsun ki “bunlar kötü”. Evet, kötüyüz. Senin değerlerine senin kadar değer biçmiyoruz, biçsek de öne çıkarmıyoruz. Evet, elimizden gelse seni ve senin gibileri bir kaşık suda boğarız. Hiç düşündün mü “bir kaşık su” ne kadar? Antipatimiz o denli fazla, bilemezsin. Farkındayım ki düşünmedin. Sen neyi düşündün, benim ve “bizim” gibilerin “kötü”lüğü dışında? Bizden nefret etme dışında ne yaptın? Ama “biz” içindeki ötekileri bilmem, ben sadece seni sevmesem de senin gibilere dayanmam gerektiğini düşünüyorum, toplum hayatı sürdürebilmemiz için. Sen bunu göz önüne aldın mı hiç? Beni çekebilmeyi düşündün mü?
Hşşşt! Sen!
Sen de diyorsun ki, Kemal Atatürk’ün getirdiği “ideale yakın” düzeni ben ve benden yüz bulan öteki “pislik”ler mahvediyor. Ben “libaral” ayağına ötekilere fırsat çıkartıyorum. Yok “özgürlük” diyorum, yok “onlar da yapabilmeli”. Senden daha uç konumdakilerin özgürlüklerini (tırnak yok, dikkat edersen) sağlamayanların özgürlükleri sağlansın diye çabalıyorum, senin gibilerle konuşurken. Aksi oluyorum, gıcık da. Peki sen hiç ötekilerin senin gibi olmasını isterken senin onlardan bazen fena bile olduğunu farkettin mi?
…
Sevmiyorum sizi kitleler, hiçbirinizi.
Sen! Sözde “anarşik!”
Bir yandan hiçbir kimseyi beğenmezken bir yandan da devletçi, Atatürkçü, dindar kitle imajı içinde gerçekten anarşist olabileceğini mi düşünüyorsun?!
Ben anarşist olmak isterdim, gerçekten isterdim bunu.
Benim ideal insan tipim anarşist olan. İnanmasın insan, Tanrı’ya inanmasın (noktalama işaretlerime dikkat edin ki görün beni). İnanmasın devletin gerekliliğine. Ülke, vatan, millet boş olsun. İnanmasın onu kurtaracak tek kuvvetin devlet/Tanrı gibi güçler olduğuna. Hizmetler için yasa gibi kavramlar aranmasın, sığınmasın onların koruyuculuğuna.
Bunu ergenlikten yeni çıkmış/temelden yetiştirimiş ve bir türlü kurtulamamış kişiliğiyle hissetmesin. Devlet denen varlığın gerekliliğini, Tanrı denen olgunun elzemliğini tüm koşulları yaşadıktan sonra sürsün ortaya. Desin ki bana, “Bunlar olmadan da hayat sürdürülebilir Gamze, bunlar değildir senin hayatını sürdürmen için gerekli olan.”
…
Ben devletsizlik kavramını sürdürebilecek konumdayım sanıyorum şu an. Ama ben Tanrısız olmayı sürdüremem, konumum ve şartlarım gereği – delirmemek için.
Ama biliyorum ki bir çoğunuz da hem devletsiz olmayı hem de Tanrısız olmayı sürdüremezsiniz, var olanları sevmeseniz de.
…
Ama daha gerçek olan ne, biliyor musunuz?
Sizler, ben değil sizler, toplum olmadan yaşamayı sürdüremezsiniz. %85’iniz (iyimserim), devlete de Tanrı’ya da sadece o toplumda çoğunluk önem verdiğinden tutunuyor.
O zaman yapmanız gereken şey toplumu sürdürmek. Kapı komşunuzla, gerek devletsel/siyasi görüşü ne demeden, gerekse Tanrı inancını sorgulamadan az-çok diyalog kurmak. Yardımlaşmak, paylaşmak.
Ha, bu “paylaşma” kavramına da değinmek lazım. Feragat ile paylaşma aynı şey değil canlar (elalemin canları, bana ne sizden?). Paylaşma denince “oooh! nuooo!” moduna geçmeyin. Kendinizden bir şeyler vermiyorsunuz illa. Mutualizm diye bir tabir de var (kavramlar üzerine yoğunlaştım, farkındaysanız). İşte sizin yapmanız gereken ve bugün farketmeseniz de yarın göreceğiniz durumdaki paylaşma işte ona tekabül ediyor.
İşte onu yapmalısınız, elinizdeki en somut kavram “insan” iken.
…
Bir de kullanmıyor musunuz dönemsel kavramları, dayanamıyorum o zamanlarda size
Biriniz “R4bi4” çıkarıyor, baskı çıkarıyor, engellenmiş ibadet hakkı çıkarıyor ve temelde doğru denebilecek şeyleri sömürüyor…
Diğeriniz – kısa periyotta – ağaç çıkarıyor, Ali İsmail çıkarıyor, Berkin – hele ki Berkin – çıkarıyor ve kullanıyor, diğeri kadarına ulaşamasa da sömürüyor o kavramları.
İşte ben samimiyetinizin başka boyuta geçtiğini görünce dayanamıyorum size.
Sizinle konuşmak da istemiyorum, okumak da sizi, dinlemek de.
…
Sonra bir de hastaneye gidiyorum. O normalde siyasi fikrine tamamen karşı çıkacağım, bana göre “cahil” amcanın doktor karşısındaki halini görüyorum, el-pençe divan duruşunu, doktorun (ki hiç sevmem) gün boyu veya yıllar içinde yorulmuşlukla ona hayvan muamelesi yapışını görüyorum…
Oradan çıkmış eve geliyorum. Yolda ayağı çıplak çocukları görüyorum. Oyunlarını bırakıp kırmızı ışık yandığını görünce koşan çocuklar. Ben tir-tir titrerken üstlerindeki tek kazakla benden para isteyen, “Abla kaşının-gözünün sadakası için” diye elindeki mendili satmaya çalışan çocukları görüyorum…
Gün boyu didinip, çalışıp, önceden yaşıtlarına göre daha çok yorulup, bir “makam” edinmiş insanın patronuna iş beğendiremeyişini, aşağılanışını, maaşının ay sonuna yetişmeyişini görüyorum… Makineleşmesini, zevk almaya vakit bulamayıp sürünüşünü görüyorum…
Sadece toplumsal olgulara uymadığı için dışlanacağına çocukluktan hazırlanmış, aslında çok anlayışlı olabilecekken tümden negatifliklerle yüklenmiş ve de hazırlandığı davranışlarla karşılaştıkça bilenmiş o dimağları görüyorum…
Daha önce gördüğüm, daha 5 yaşındaki, hayatı – yaşamışsa – büyük ihtimalle mahvolmuş, yine de “normal” değerleri kazandırılmaya uğraşılan, kendisince mantık sorgulayan o çocuğu düşünüyorum. Üstüne 45 yaşındaki sapık tarafından tecavüze uğramış ve öldürülmüş o 10 yaşındaki çocuğu da ekliyorum ki…
…
Sonra her şey bana boş geliyor. Her şey. Toplum, devlet, vatan, millet, Tanrı, her şey.
Her gün sabah uyandığımda “Yine rüya değilmiş” diye hissettiğim gerçeğiyle bireyselliğime dönüyorum; diğer boşluklarla kendi 10 ve hatta 12 yıllık boşluğum ekleniyor.
Her güzel veya her kötü anımda son noktayı farklı hisler içinde düşünüyorum, kurguluyorum ve…
“Amaan neyse” diyorum, güzel şekilde.
…
Bir de bakmışım ki saatler de geçmiş, gün de, hafta da, yıllar da.
…
Hey sen, oradaki!
Sen kimsin ki benim için?!